Midhat Bahârî’ye göre Mevlânâ küçüklüğünde babası Bahâeddin Veled’in, gençliğinde Seyyid Burhâneddin’in terbiyesi altında yaşadığı aşk hallerini ve mârifet kesbini Şems ile daha yüksek bir mertebede yeniden tahsil etmiştir. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî mahlaslı Dîvân-ı Kebîr’inde onu “şemsü’l-hak ve’d-dîn, bahr-i rahmet, hurşîd-i lutf, hüsrev-i a‘zam, nûr-ı mutlak” gibi vasıflarla övmüştür. Müridler ve halk tekrar dedikodu yapmaya başlayınca Şems, Sultan Veled’e ilim ve irfanda eşi benzeri olmayan Mevlânâ’dan kendisini ayırmayı istediklerini, bu defa ortadan kaybolduktan sonra kimsenin bir daha izini bulamayacağını söyler ve 8 Şâban 645 (8 Aralık 1247) tarihinde kayıplara karışır (İbtidânâme, s. 62, 64).
Eflâkî, Şems-i Tebrîzî’nin bu kayboluşundan kırk gün sonra Mevlânâ’nın başına beyaz sarık yerine duman renkli bir sarık sardığını, Yemen ve Hint kumaşından bir ferecî yaptırdığını ve ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti kullandığını (Âriflerin Menkıbeleri, II, 269), Sultan Veled ise babasının aşkla şiirler söylemeye başladığını ve daima semâ yaptığını (İbtidânâme, s. 65, 69) söyler.
Mevlânâ bir müddet sonra aldığı haber üzerine Şems’i bulma umuduyla Dımaşk’a gitmiş, ancak bulamadan geri dönmüş, birkaç yıl sonra tekrar gitmiş, aylarca aradığı halde yine bulamamıştır (a.g.e., s. 71, 73-76). Sultan Veled’e göre Mevlânâ bu dönemde iki defa (a.g.e., s. 76), Eflâkî’ye göre üç defa, Fürûzanfer’e göre dört defa Dımaşk’a yolculuk yapmıştır. Eflâkî, onun üçüncü yolculuğu sırasında müridlerle ilgilenmesi için yerine Hüsâmeddin Çelebi’yi bıraktığını, Dımaşk’ta yaklaşık bir yıl kaldığını, Selçuklu sultanı başta olmak üzere ileri gelen âlim ve yöneticilerin Anadolu’ya dönmesi için mektup yazmaları üzerine geri geldiğini kaydeder (Âriflerin Menkıbeleri, II, 280-281).
Sipehsâlâr, Mevlânâ’nın Dımaşk’ta Şems’i soruşturduğunu, ancak sonuç alamadan Konya’ya geldiğini (Risâle, s. 131), Sultan Veled ise babasının Dımaşk’ta Şems’in bedenini değil mânasını bulduğunu, bu mânanın kendisinde tezahür ettiğini, bundan sonra Şems’e artık ihtiyaç duymadığını (İbtidânâme, s. 73) ifade eder. Nitekim Mevlânâ, Konya’ya dönüşünün ardından Şems kendisine sorulduğunda, “Şems-i Tebrîzî sadece bahanedir, güzel ve latif olan biziz” şeklinde cevap vermiştir (Eflâkî, II, 282). Şems’e ulaşıp onu göremeyen bir dervişe ise, “Şems-i Tebrîzî’ye erişemediysen öyle birine eriştin ki saçının her telinde yüzbinlerce Şems vardır” diyerek sohbet şeyhiyle iki denizin birleşip karışması misali tek bir varlık olduğunu ifade etmiştir.
Sultan Veled, Şems-i Tebrîzî’nin kayboluşundan sonra Mevlânâ’nın Şems’in mazhariyetini Selâhaddîn-i Zerkûb’da bulduğunu, süt ile şekerin kaynaştığı gibi onunla kaynaştığını, içine düştüğü aşk ve coşkunluk halinin irşada engel olması sebebiyle müridlerin işlerini üstlenmek üzere onu halife seçtiğini, ona hitaben gazeller söylediğini, kendisine de ona tâbi olmasını söylediğini belirtir. Selâhaddîn-i Zerkûb’un cahil olduğunu, şeyhlik için ehil sayılmadığını, hatta Şems’i arattığını söyleyen bir kısım müridler onu gizlice öldürmeyi planlamışlarsa da suikast önlenmiştir (İbtidânâme, s. 79-92; Sipehsâlâr, s. 133-134). Şems’in âkıbeti hakkında Eflâkî’de ve ondan naklen diğer kaynaklarda farklı rivayetler vardır. Eflâkî’nin bir rivayetine göre Şems, Mevlânâ ile sohbet ederken yedi kişilik bir grup hücrenin önüne gelmiş, içlerinden biri Şems’in dışarıya çıkmasını istemiş, Şems de Mevlânâ’ya, “Beni öldürmek için çağırıyorlar” deyip çıkmış, o anda bir bıçak darbesi alan Şems şiddetli bir nâra atıp kaybolmuş, ardından birkaç damla kandan başka bir şey görülmemiştir (Âriflerin Menkıbeleri, II, 266-267).
Bu rivayete göre Şems suikasta uğramış, ancak sonrasında ortadan kaybolmuştur (gaybûbet). Eflâkî suikastçıların içinde Mevlânâ’nın oğlu Alâeddin’in de bulunduğunu, bu sebeple diğerleri gibi onun da bir belâya uğrayıp öldüğünü ve Mevlânâ’nın oğlunun cenazesine katılmadığını söyler.
Sipehsâlâr ise Mevlânâ ile Şems’in Sultan Veled’e daha fazla ilgi göstermeleri sebebiyle Alâeddin’de kıskançlık başladığını, ayrıca Şems, Kimyâ Hatun’la evlendiği sırada kış olduğu için Mevlânâ’nın kendilerine mutfağın sofasını tahsis ettiğini, Alâeddin’in babasının yanına geldiğinde buradan geçmek zorunda kaldığını, Şems’in dikkatli ve saygılı olması hususunda onu uyardığını, bunu hazmedemeyip tepki gösteren Alâeddin’in durumu halka anlatmasının dedikoduların artmasına yol açtığını belirtmekle yetinmiştir (Risâle, s. 130).
Eflâkî’nin Ulu Ârif Çelebi ve annesi Fatma Hatun’dan aktardığı diğer bir rivayete göre Şems suikast sırasında öldürülmüş ve cesedi bir kuyuya atılmıştır. Şems bir gece Sultan Veled’e rüyasında, “Falan yerde uyumuşum” diyerek atıldığı kuyuyu bildirmiş, Sultan Veled müridleriyle onu kuyudan çıkarıp Mevlânâ’nın medresesine, medresenin mimarı Emîr Bedreddin’in yanına defnetmiştir. Eflâkî bunun bir sır olduğunu ilâve eder (Âriflerin Menekıbeleri, II, 283). Ancak defin işleminin Şems’in vefatından ne kadar zaman sonra yapıldığı belli değildir. Öte yandan Sultan Veled’in eserlerinde Eflâkî’nin bu rivayetini destekleyecek bir işaret yoktur. Devam edecek…