SON DAKİKA
Hava Durumu

BANÜ’DE 2025–2026 AKADEMİK YILI AÇILIŞ TÖRENİ GERÇEKLEŞTİRİLDİ

Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi’nde (BANÜ) 2025–2026 Akademik Yılı, düzenlenen anlamlı bir törenle başladı. Prof. Dr. Fuat Sezgin Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen programa üniversite akademik ve idari personeli ile çok sayıda öğrenci katıldı.

Haber Giriş Tarihi: 14.10.2025 09:00
Haber Güncellenme Tarihi: 14.10.2025 09:00
Muhabir: Serhat Barış
https://www.marmarayasam.com
BANÜ’DE 2025–2026 AKADEMİK YILI AÇILIŞ TÖRENİ GERÇEKLEŞTİRİLDİ

Törenin açılışında konuşan Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İsmail Boz, üniversitelerin yalnızca bilgi üreten kurumlar değil, aynı zamanda iyi insan yetiştirme sorumluluğu taşıyan eğitim yuvaları olduğuna dikkat çekti.

Rektör Boz konuşmasında, “Düşünceyle, emekle, vicdanla ve umutla inşa edilen bir medeniyet durağıdır üniversite. Dün medreseydi, bugün üniversite, yarın belki daha farklı bir durağa evrilecektir. Bu kürsüde bir rektör olarak değil, önce bir insan, sonra bir öğretmen, bir muallim ve en önemlisi bir Müslüman Türk olarak sizlere hitap ediyorum. Üniversite yalnızca sanayinin ya da edebiyatın bilgi ürettiği bir yer değildir; aynı zamanda iyi insan yetiştirme yeridir. Büyüklerimizin dediği gibi, ‘Oku’ emriyle başlayan bir medeniyetin çocuklarıyız. Ancak bu emir yalnızca kitabı değil, insanı, acıyı, adaleti ve hakikati okumayı da içerir. Bugün Filistin’de çocuklar bombalarla uyanıyor, Doğu Türkistan’da insanların kimlikleri fısıltıya dönüşüyor, Ukrayna’da yuvalar yıkılıyor. Üniversite, işte o çocukların hayalini duyabilecek bir vicdana sahip olmalıdır. Çünkü ilim, yalnızca bilgi değil aynı zamanda sorumluluktur. İslam düşüncesinde ilim, akılla birlikte vicdana da hitap eder. İlim, amel ile anlam bulur; amel ise ahlak ile değer kazanır. Sizlerden sadece iyi mühendis, iyi doktor, iyi hukukçu olmanızı değil, iyi bir insan olmanızı bekliyoruz. Çünkü kötü insanın elindeki ilim, merhametsiz bir kılıçtan farksızdır. Merhametsiz ilim, dünyayı katleden bir silaha dönüşür. Peygamber Efendimiz buyuruyor: ‘Mümin, elinden ve dilinden emin olunan insandır.’ Eğer Filistinli bir çocuğun gözyaşına kayıtsız kalıyorsak, Doğu Türkistanlı bir annenin duasını duymuyorsak, Ukraynalı bir gencin yıkılmış hayaline sessizsek, biz nasıl üniversiteliyiz, nasıl insanız? Üniversite, bilgi kadar onuru da savunan bir ocaktır. ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ diyenlerden olmamalıyız. Mehmet Akif Ersoy’un dizelerinde söylediği gibi;

‘Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem...’

Bu dizeler bir bilinç çağrısıdır. Hepimiz bu bilinçle hareket etmeliyiz.” dedi.

Prof. Dr. Boz’un ardından açılış dersi, “Filistin: Nekbe’nin Hikayesi ve Siyonizm” başlığıyla gerçekleştirildi.

Açılış dersinde İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyeleri Doç. Dr. Rami İbrahim Mahmut ve Doç. Dr. Bilal Toprak, Filistin meselesinin tarihsel kökenlerini, siyonizmin ortaya çıkışını ve günümüz dünya siyasetindeki yansımalarını ele aldılar.

Programın moderatörlüğünü üstlenen İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdullah Hikmet Atan, yaptığı değerlendirmede Filistin meselesinin yalnızca bir coğrafya sorunu değil, insanlığın vicdan sınavı olduğunu vurguladı.

Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyeleri Doç. Dr. Bilal Toprak, “Bugün karşımıza çıkan planların üç ayağı var: Birincisi, Mısır’ın bir kısmını ele geçirmek; ikincisi vaat edilmiş topraklar iddiası; üçüncüsü ise aslında dünyanın tamamının Siyonistler tarafından yönetileceği ve yeryüzündeki insanların Siyonizme hizmet edeceği yönündeki bir tasavvur. Peki Siyonizm gerçekten bir Yahudi hareketi midir? Bu soru son derece önemli. Meselenin yalnızca Netanyahu hükümetiyle sınırlı bir sorun olduğunu düşünmek yetmez; geçmişte benzer dinamiklerle çokça karşılaştık. Bölgenin haritalandırılmasının İngilizlerin zekâsının ürünü olduğunu hepimiz biliyoruz; İngilizler nihayetinde geri çekilip kendi hesaplarını yapmışlardır. Biz Türkiye’de kendi tarihimiz üzerinde yoğunlaşıyoruz—Milli Mücadele yıllarını okuyoruz—ancak aynı dönemde bu coğrafyada neler olup bittiğinden yeterince haberdar değiliz. Oysa tüm yaşananlar birbirine bağlıdır. Şam’ın Türkiye’den çok uzak olmadığını; yakın dönemdeki gelişmelerin bunu açıkça gösterdiğini görüyoruz. Bu yüzden kayıtsız kalamayız; Kudüs’e de kayıtsız kalamayız. Siyonizm her şeyden önce milliyetçi, sömürgeci, evanjelik ve seküler bir harekettir. Dindar bir Yahudi hareketi olarak tanımlanamaz. Örneğin Theodor Herzl gibi figürler kutsal metinleri övmekle bilinen dinî şahsiyetler değillerdi; ateist yönleri bile vardır. Buradaki zihniyet, dini metinleri kutsallık iddiasıyla değil, siyasi ve sömürgeci amaçlara hizmet edecek bir zemin olarak kullanmaktır. Siyonizmin Yahudi vurgusu arka planda sömürgeye kılıf bulmaktır. Çok sayıda insanı motive edip farklı coğrafyalardan Filistin’e getirip onlara “siz bir milletsiniz” dedirtecek argümanları kurgulamak gerekiyor. Bu argümanın temel dayanağı da kitabın, metinlerin sağladığı meşruiyettir. Oysa pratikte dindar bir Yahudi profili hâlihazırda baskın değildir. Bazı yazarlar “teolojiyi reddetsem de hayatımdaki en önemli kitap Mukaddes’tir” der. Neden Tanah bu kadar önemli görülüyor? Çünkü işgal politikalarına zemin hazırlıyor; İsrail’in inşa etmek istediği ulus-devlet fikrine tarihsel ve meşru bir temel sağlıyor. Tarihe bakıldığında, MS. 70’te Roma Kudüs’ü yerle bir ettiğinde Hristiyanlar dünyanın değişik köşelerine dağılmışlardı. 70’lerden 1800’lerin sonlarına kadar Filistin’e kitlesel Yahudi göçü olmadığı görülür. Eğer bu dönüş dini bir zorunluluk olsaydı, zaman zaman gelmeler beklenirdi; oysa kitlesel göç yok. Siyonizm Avrupa’da seslendirildiğinde, Yahudi cemaati içinde yüzde 70–80’e varan bir karşı çıkış vardı; birçok kişi Siyonizmi sahte bir hareket olarak görüyor, ancak Avrupa’nın desteğiyle hareket güç kazandı. Nazizm ve Holokost dönemindeki zulümler de, bir yandan acı gerçekler olmakla birlikte, Siyonistlerin Filistin’e Yahudileri getirmesi için bir gerekçe olarak kullanıldı. İngiliz–Amerikan stratejisi de küçümsenemeyecek bir boyut taşıyor: İsrail sayesinde orada kolonyal nitelikli bir karakol inşa edilmiş oldu—Müslümanların kalbinde, stratejik bir noktada batıya bağlı bir devlet yaratıldı. Bu yapı, Batı’nın bölgedeki çıkarlarına hizmet edecek şekilde konumlanmıştır. Örneğin Netanyahu döneminde gözlemlenen tutumlar, bu stratejik yaklaşımı açıkça gösteriyor. İşgalin çok yönlü boyutları vardır; bugün ben daha çok kültürel boyut üzerinde duracağım. Toprakların İbrani hâline getirilmesi sürecini düşünün: Yıllarca orada yaşamamış bir halkı yönlendirip, ‘burası bizim topraklarımız’ fikrini dayatıyorsunuz. İsimlendirme komiteleri kuruyorsunuz; 1949’dan itibaren kısa bir sürede yüzlerce coğrafi isim değişikliği yapıldı. Köyler, dağlar, ovalar yeni adlarla anılmaya başlandı. Bu değişikliklerin önemli bir kısmı Tanah’tan ve Yahudi tarihinden alınan isimlerle dolduruldu; Arapça isimlerin yerine İbranileştirilmiş isimler getirildi. Neden özellikle Tanah’tan isimler seçiliyor? Çünkü bu isimler Yahudileri toprağa bağlar; örneğin ‘İbrahim’ ismi oraya atfedildiğinde, Tanah’ın atası olarak görülen bir figüre dayanarak o toprakla duygusal ve tarihsel bir bağ kurulmuş olur. Böylece geçmişle bağ kopartılıp, yeni bir ulusal kimlik inşa ediliyor. Bu, açık bir sömürgeleştirme aracıdır. Tersine bir örnek verelim: 1930’lara kadar Müslümanların yaşadığı ‘Ev Yahudiye’ adlı bir köy vardı; nüfusun tamamı Müslüman olmasına rağmen isim değiştirilmemişti. Bu durum, hangi tarafın istilacı olduğunu gösterme açısından çarpıcıdır. Arkeoloji ve tarih üzerinden yaratılan mitler de benzer amaçlar güdüyor. Masada Kalesi efsanesi buna örnektir: 1900’lerin başındaki kazılar sırasında ve sonrasında, 950 civarında Yahudi’nin kalede Romalılara teslim olmayıp topluca intihar ettiği anlatısı, kahramanlık miti olarak kullanıldı. Ancak daha sonra yapılan kazılar bu anlatının tarihsel dayanağının zayıf olduğunu gösterdi; mezar sayıları ve buluntular anlatılan büyük ölçekli olayı desteklemiyor. Buna rağmen bu tür mitler Milli Savunma söylemlerinde, askeri sloganlarda tekrar tekrar kullanıldı—‘masada bir daha asla düşmeyecek’ gibi ifadelerle. Sonuç olarak, Filistin topraklarına dair bu tip mitlerin, isimlendirme politikalarının ve müfredatların bir araya gelmesiyle genç kuşaklar üzerinde derin etkiler yaratılıyor. Oranın ‘boş’ olduğu, kaderin orayı Yahudilere bahşettiği gibi anlatılar ortaokuldan itibaren öğretiliyor. Bu anlatılar, hem meşruiyet sağlamak hem de kitlesel göçü ve yerleşimi haklı göstermek için kullanılıyor. Tarihsel iddiaların ve mitlerin nasıl inşa edildiğini görmek, bugün yaşananları anlamada bize yardımcı olur. Bu nedenle eleştirel bir bakış geliştirmeli, tarihsel gerçeklerle mitler arasındaki farkları ayırt edebilmeliyiz.” dedi.

Törenin sonunda akademisyenler ve öğrenciler, yeni akademik yılın barış, adalet ve bilim dolu bir dönem olması temennisinde bulundu.

Haber: Serhat Barış

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar (0)
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.